Kaliforniya Günlükleri 2
Cennetteki Durağan Hayat
Eylül ayı başında küçük, sade ve eğlenceli bir nikah yaptık. Elbette Sezen ve Tarkan’ın parçaları ortamı epey güzelleştirdi. Amerikada da nikahlansak Türklüğümüzü en alasından yaşadık, bence buradakiler bizdeki gibi eğlenmeyi filan bilmiyorlar zaten ya da daha farklı bir eğlence anlayışları var. Sonrasında dinlenerek ve ev tadilatı, yerleştirme işlerine devam ederek geçti bu ay daha çok. Bir de hayatın kötü sürprizlerinden biriyle, kedimin ölümüyle sarsıldım, bununla ilgili bir yazı yazmıştım daha önce. O da bu dünyadaki en güzel ruhlardan birisiydi, çok zamansız ve gereksizdi ölümü. Bahçemize gömdük.
Bu ay hep ya uyudum, ya ağladım, ya da uzun uzun yürüyüşler yaptım, ufak depresyonumu böyle atmaya çalıştım. Kızım (İdil) gene geldi, üzüntümü paylaşmak istedi, o da çok seviyordu kedimizi, nikah için geldiğinde, New York’a geri dönerken uzun uzun vedalaşmıştı onunla. İdil döndükten sonra ben de kendimi gene yürüyüşe verdim. Yürüyüşlerimde yaşadığım en yoğun ve en derin hisler “boşluk”, “yanlızlık” ve “sessizlik” oluyor genelde. Çünkü burası inanamayacağınız kadar sessiz ve sakin bir yer. 26 senesini Istanbul’da geçirmiş bir insan için bu sessizlik ve sakinlik insanın dengesini bozacak, içini karartacak cinsten bir durum. Hani on sene önce filan Türkiye’de hali vakti yerinde olan insanlar, kurumsal hayattan kaçmak ve biraz da egolarını törpülemek için uzun süreliğine Hindistan’a, Nepal’e filan gidip inzivaya çekilirlerdi hatırlarsınız ya da duymuşsunuzdur. İşte burası da benim için inziva gibi adeta. Çünkü sokaklara çıkıyorsunuz, muhteşem bir bitki örtüsü ve yeşillik, palmiyeler, çamlar, limon ve portakal ağaçları, meyve ağaçları, kocaman, geniş yollar ve kaldırımlar. Ama sokaklar bomboş. Bir saatlik bür yürüyüşte en fazla 8-10 kişiyle karşılaşıyorum. Sokakta oynayan çocuk sayısı bir elin parmaklarını geçmez ki tüm şehir harika ve kocaman parklarla dolu. Başlangıçta çok yadırgadım bu durumu ve hep sorguladım. Allahım bu güzel, tertemiz sokaklar, parklar Türkiye’de olsaydı etrafta insanlar dolaşıyor, çocuklar koşuyor oynuyordu, her yer cıvıl cıvıl hareketli olurdu şimdi diye düşünüyordum. Burası ne kadar ruhsuz bir yer, herşey var ama keyfine varan insanlar yok diyordum. Zaman geçtikçe bunun bir yaşam biçimi olduğunu, insanların daha çok evlerinde ve bireysel ya da yakın arkadaşları ve dostlarıyla takıldıklarını, herkesin bahçeli evi olduğu için çocukların parklara arada sırada özel buluşmalar veya etkinlikler için gittiğini, yürüyüş için ise insanların daha çok spor salonlarına gittiğini gözlemlemeye başladım. Tabi bu durumda gene de burası inziva niteliğini koruyor ama çok da haksızlık etmeyim evlerde ve sokaklarda bir inziva durumu olsa da dışarı çıktığınızda gidilecek biribirinden güzel, çarşılar, mağazalar, marketler var, eh bu da inzivada olmayan birşey sanırım.
Ruhsuzluk meselesine gelince bir süre sonra farklı tarafından bakmaya başladım. Belki de buranın “ruhu” buydu yani “sessizlik, sakinlik, mesafe, bireysellik”…Bunu sevebilirsiniz veya sevmeyebilirsiniz ama en azından görebilmek, farkedebilmek ve kabul etmek aşamalarını geçmek de güzel. Evimizin biraz uzağında yer alan tren yolundan geçen trenlerin sadece gecenin sessizliğinde duyulabilen düdüğünü ilk aylarda her duyduğumda, “buradan bir çıkış yolu var”/ “there is a way out here” cümlesi geçiyordu zihnimden. Bunun sebebi de yukarda anlattığım o boşluk, yanlızlık ve sessizlik hissi ve büyük şehirlerin kalabalığını oralardaki hareketi, enerjiyi seviyor olmamdı. Yani küçük ve sakin bir şehir mi büyük ve hareketli şehir mi ikilemini yaşıyordum ilk defa. Son yıllarda İstanbul’dan kaçıp daha küçük şehirlere yerleşen pek çok insan var, böyle sessiz ve huzurlu yaşantıyı sevenler için belki de nur nimet benim yaşadığım yer. Lakin insanın kendini diğer insanların ve ilişkilerinin aynasında daha iyi görebildiğine inanan ve hareketli yaşamayı, canlı ve enerjik ortamları seven bir insan olarak, bu sakinlik ve durağanlık bana biraz fazla geldi. Elbette istediğim zaman 45 dakika ya da 1 saatlik mesafelere giderek çok daha canlı, heyecanlı ortamlara girebilecek kadar yakınım ve bunu yapıyoruz ama bunun için özel bir çaba gösteriyor olmak çok işime gelmedi galiba. Çünkü bu sakin ve rahat hayat öyle bir içine çekiyor ki sizi hızlıca tembellik ve rehavet içine girebiliyorsunuz. Belki de hayatımın bu döneminde bunu yaşamaya ve kendimi yeniden tanımlamaya ihtiyacım varmış.
Carl Jung demiş ki “Kendi karanlığını bilmek başkalarının karanlığı ile mücadele etmek için en iyi yöntemdir”. (“Knowing your own darkness is the best method for dealing with the darkness of other people-Carl Jung). Yaşadığımız hayat bize kendi güzelliklerimizi olduğu kadar kendi karanlığımızı da göstermeye hizmet ediyorsa daha yaşanmaya değerdir diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Pınar Aydemir Başaran
Kaliforniya Günlükleri 12
Mutlu Son - Türkiye YollarındayımSabreden derviş meselesi gerçekleşti, bu hafta yeşil kart (green card) mülakatım vardı. Başvurudan tam 11 ay sonra ve toplamda burada 15 aylık bir zaman geçirdikten sonra yapıldı mülakat. Tek tesellim 15 ayın üstüne mülakat 15 dakika...
Kaliforniya Günlükleri 11
Çalışma HayatıBurada pek çok kişi küçük büyük iş demeden çalışıyor. Türkiye veya diğer yabancı ülkelerden sonradan gelenler için, (burada doğmuş büyümüş yabancılar hariç) kendini konumlandırmak, mesleğini yapmak hiç de kolay değil. Eşim diş hekimi, ancak burada...
Kaliforniya Günlükleri 10
"İyi ki Varlar" Dediklerim ve İnsanın Bağlantı Kurma İhtiyacıÖzellikle ilk geldiğimde yaşadığım yabancılık duygusu ve bir türlü susturamadığım binbir farklı düşünceyle dolu zihnim ve duygularımla düşüncelerimin şahidi olan ruh halim şimdilerde daha sadeleşti ve...